Tarihçi-Yazar Dursun Gürlek, Haber7 Yayın Koordinatörü Tarık Dağlı ve Haber7 Editörü İbrahim Can’a konuştu. Uzun yıllardır İstanbul’da bulunan Gürlek, yaşadığı tecrübeleri anlattı, toplumun içinde bulunduğu durum hakkında önemli değerlendirmelerde bulundu. Türk aydınına da önemli bir çağrıda bulunan Gürlek, “Türk aydını korkaktır. Kırıp-dökmeden, cesurca doğruları söylemek lazım” dedi. Gürlek’in Haber7.com için yaptığı değerlendirmeler şöyle:
Tokat’ta dünyaya geldiniz…
Tokat’ta dünyaya gönderildim. Geldim diyemem, o benim dışımda bir olay. Cenab-ı Hak beni 1952’de Tokat’ın Turhal ilçesinin Üzümören köyünde dünyaya göndermiş. Ona hamd-ü senalar olsun. O gün bu gündür verdiği nimetlerden istifade etmek suretiyle yaşıyoruz.
O dönemin yoksulluğu içinde okuma aşkını besleyecek kanalları bulmuşsunuz… Onun hikayesini dinleyebilir miyiz?
Bir iki cümleyle söylemek gerekirse daha ilkokulun dördüncü, beşinci sınıfındayken köyde -büyük bir köydür. 5-6 cami var. Bizim ev köyün en üstündeydi. Bir cami vardı- Ramazanlarda o yaşlarda teravihe giderdim. Osman Amca diye mahallemizin büyüklerinden bir zat elinde bir kitaptan okumak suretiyle vaaz ederdi. Okuduğunu da güzel bir Türkçeyle açıklardı. Hem kitap okuyuşunun, hem açıklamasının güzelliği beni etkiledi. İnşallah ben de ileride böyle güzel güzel kitap okurum dedim. Yoksa beni ailemden okumaya teşvik eden kimse olmadı. Okuma aşkının ilk kıvılcımı böyle atıldı diyebilirim.
İlkokulu bitirdikten sonra imam hatip okuluna kaydoldum. 7 yıllıktı. 4 yıl orta, 3 yıl da lise kısmıydı. İmam hatipte iyi hocalarımız oldu. Özellikle edebiyat hocalarım; Ömer Çalışır Bey, Mehmet Acandar Bey… Bilhassa Ömer Çalışır Bey. Bana edebiyatı çok sevdirdi. Çünkü kendisi de seviyordu. Yani işini seviyordu. Konuşması güzeldi. Espriliydi, nüktedandı. Konusuna vakıftı ve ders anlatırken zevkle anlatıyordu. Hocanın o tavrı, o alakası, biraz da bana gösterdiği ilgi beni edebiyata yönlendirdi. Hatta imam hatip okulunu bitirince ben bir ikilem yaşadım. İlahiyat fakültesine mi gideyim yoksa edebiyat fakültesine mi gideyim? O zaman ilahiyat fakültesi değildi. Yüksek İslam Enstitüsü’ydü. Tabii sonra ilahiyat fakültesi oldu. Tereddüt geçirdim. Sonunda edebiyata gitmeye karar verdim. O kararım da uygulandı.
Üniversite sınavlarına girmek için İstanbul’a geldiğimde sadece İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji yazdım. Puanım da tuttu ama bizi o zaman almıyorlardı. İmam hatip mezunlarını almıyorlardı. Onun da çaresini bulduk. Hatta edebiyat fakültesinde öğretim üyesi rahmetli Profesör Faruk Kadir Timurtaş hocamızı çok severdim. Çünkü daha imam hatipteyken onun yazılarını ben Hisar, Türk Edebiyatı dergilerinde, Tercüman gazetesinde, Son Havadis gazetelerinde okurdum. Hocayı görmeden sevmiştim. Puan kartımı da aldım hocanın yanına gittim. Beyazıt’ta üniversitedeki odasına gittim. Dedim ki hocam ben edebiyat okuyacağım, sizin okula gireceğim puanım da tutuyor ama imam hatip mezunu olduğum için almıyorlar dedim ve cüretkar bir cümle söyledim: Ben duydum ki siz profesörler istediğiniz öğrencileri alabiliyormuşsunuz. Aslında bu tepki çekecek bir cümle değil mi? Yok, hoca güldü. Otur bakayım oğlum dedi. Bir de çay söyledi bu arada.
Aferin oğlum, dedi, derdini açık açık söylüyorsun. Ama yanlış duymuşsun biz istediğimiz öğrencileri alamıyoruz. Ama sana başka bir şekilde yardımcı olacağım dedi. Kartvizitini çıkardı, arkasına bir şeyler yazdı. “Bunu al, Gaziosmanpaşa Lisesi’ne git, müdüre benden selam söyle. Orada sınava gir, düz liseden de diploma al” dedi. Öyle yaptım. Düz liseden diploma aldım ama ikinci defa üniversite sınavına girdim. Bu sefer de İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım. Böylece muradıma erdim. O gün bu gündür edebiyat sevgisi benden hiç eksilmedi. Nasıl eksilsin ki? Edebiyat edepten geliyor. Hiç insanda edep eksilir mi? Eksilmesi gerekir mi? Edebiyat çok önemli. Hatta hocalarımdan biri, yarı ciddi yarı espri, “Bilmiyorsan edebiyat yaşama kendini denize at” derdi. Edebiyat nedir? Güzel konuşma, güzel yazma sanatı. Herkesin güzel konuşmaya ihtiyacı var mı, yok mu? Var. Bilhassa öğretmenlerin, imamların, vaizlerin ve benzeri işleri yapanların Türkçeyi güzel, etkili kullanmaya ihtiyacı var. Heyhat, bugün güzel Türkçeyi güzel konuşan insan sayısı çok azaldı. Yahya Kemal’in, “Ağzında annemin sütü” dediği Türkçeye biraz su karıştı. Her şeyi sulandırdığımız gibi onu da sulandırdık.
Üç şey çok önemlidir: Dil, din, tarih. Eğer sizin zengin bir Türkçeniz olmazsa ne Mehmet Akif’in Safahat’ını anlarsınız, ne Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili’ni düzgün okuyabilirsiniz.
Anlamayı bir tarafa bırakalım, düzgün okumak… Demek ki dil son derece önemli. Dil olmayınca dini eserleri anlamamız da zorlaşıyor. Ne yaptık biz; Arapçadan Farsçadan gelen kelimeleri tasfiye ettik bir zamanlar. Şimdi basit, cılız bir Türkçe konuşuruz. 300 kelimeyle ne edebiyat olur, ne şiir olur ne de tarih olur. Bin kelimeyle, 10 bin kelimeyle konuşuyorduk. 300 kelimeyle Fuzuli divanını bırakın anlamayı, yüzünden okuyamazsınız. Dolayısıyla, branşı ne olursa olsun insanın; ister matematikçi, ister tarihçi, ister bilgisayar mühendisi, ister doktor herkesin güzel konuşmaya ihtiyacı var. Bir doktor güzel konuşarak hastasını moral olarak düzeltebilir. Ben şimdi sıkılıyorum karşımdaki ne diyecek acaba diye bekliyorum. O bakımdan dil, din, tarih üçlü bir sac ayağıdır. Bir sac ayağı olmazsa üzerine pişirmek için yemek koyamayız.
İstanbul’a ilk gelişiniz “o geliş” mi oldu?
İstanbul’a gelmeden İstanbul’a aşık olmuştum. Üniversite sınavlarına geldim ve burada kaldım. Ama imam hatip okulunu bitirmeden yaz tatillerinde geldim. Meşhurlarla tanıştım. Mesela Mehmet Akif’in aziz dostlarından biri o zaman hayattaydı, Eşref Edip Bey. Cağaloğlu’ndaki Sebilürreşad bürosunu buldum, elini öptüm, kendimi tanıttım. Epeyce benimle konuştu. Sonra da Mehmet Akif-Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları isimli iki ciltlik kitabını bana hediye etti. Halen durur kütüphanemde. Böyle eski zatları çok merak ederdim. Dolayısıyla bir iki yaz tatilinde geldim. Ama esas gelişim üniversite sınavı için. O gün bu gündür de İstanbul’dayım. 47 seneyi geçti İstanbul’daki hayatım.
Yazılarınızda da İstanbullu olmaktan çok bahsediyorsunuz? İstanbullu nasıl olunuyor? Artık olunabiliyor mu hala?
İstanbullu olmanın önemin inkâr edilemez çünkü Efendimiz İstanbul’u müjdelemiş. İstanbul mübeşşer şehirdir. Ne demek mübeşşer? Müjdelenmiş. Hadis var biliyorsunuz. Ona fetih hadisi derler. İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceğine dair Efendimiz’in hadisi var. Ahmet İbn Hanbel Hazretlerinin Müsned isimli kitabında bu hadis var. Bazı ilahiyatçılar kabul etmiyorlarsa da onlar kabul etmemeye devam etsinler. Netice değişmez, var. Ve bu hadis gerçekleşti. Hem de Hazreti Fatih’in şahsında. 22 yaşında bir delikanlı. “Hala ne diye oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” diyor ya Arif Nihat Asya…
Dolayısıyla İstanbul’u sevmek imandandır deyip çok ileri gitmeyeceğim ama neticede İstanbul Mekke, Medine, Kudüs’ten sonra gelen dördüncü kutsal şehirdir. Neden? Efendimiz (sav) Mekke’yi mükerremede dünyayı şereflendirdi, Medine’yi münevverede ahireti şereflendirdi, Kudüs’te gökleri şereflendirdi. İstanbul’a da manevi bir işaretle en şerefli sahabesini gönderdi.
Eyüp Sultan Hazretleri İstanbul’un sultanıdır, efendisidir. Hatta sahibidir. Bu hadisi bildiği için 80 yaşını geçtiği halde o uzun yol meşakkatine kadar İstanbul’u fetheden İslam ordusunun içinde ben de olayım, gerekirse şehit olayım diye bu aşkla geldi. Efendimizi 7 ay, bir rivayete göre 8 ay evinde misafir etme şerefine nail olan Eyüp Sultan Hazretleri geldi ve burada şehit düştü. Onun için İstanbul mübarek bir şehirdir. İstanbul’da ne ararsan bulursun. Aradığına bağlı. Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar, güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…
Necip Fazıl’la tanışmanızı anlatmanızı istesek…
Necip Fazıl’la çok erken yaşta tanıştım. Önce gıyabi sonra vicahi. Bugün gazetesindeki yazıları okuduk. Büyük Doğu ile tanıştım ve üstadın âteşin yazılarına hayran oldum. Üslubuna hayran oldum. Bende bol miktarda Büyük Doğu vardır, hatta bir kısmı ciltlidir. Yazarları, şairleri ziyaret ediyorduk. Üstadın da Erenköy’deki evine gittik, çayını kahvesini içtik. Sonra Büyük Doğu Yayınları vardı şurada, oraya epeyce gitmişliğim var. O son dönemiydi. Yeni sakal bırakmıştı.
Var mı Necip Fazıl’ın tarihe geçen sözlerinden …
Çok var, hangi birisini anlatalım? Görünüş itibariyle çok ciddi hatta eskilerin tabiriyle asabi mizaçlı bir insan gibiydi. Ama yeri gelince çok güzel nükteler yapıyordu tabii. Biz bu nükteleri daha çok sohbetlerinde, konferanslarında dinliyorduk. Yer yerinde oynuyordu. Mesela şurada, Milli Türk Talebe Birliği’nde “Tarihimizde Sahte Kahramanlar, Sultan Abdülhamid ve Halimiz, Yolumuz, Çaremiz” başlığı altında epeyce konferansını dinledik. Ve hala kulaklarım o sesle bayram ediyor. Aradan bu kadar zaman geçtiği halde.
Üstat iki yönlüydü; hem hitabeti vardı hem kitabeti vardı. Hem güzel yazıyordu hem de güzel konuşuyordu. Halbuki bazı meşhurlarımız çok iyi konuşur ama eli kaleme gitmez. Bazıları da çok güzel yazar o da kürsüye çıkıp iki cümleyi zor söyler. Üstat öyle değildi.
Eskilerin tabiriyle zülcenaheyn, yani iki kanatlı. Buna çok ihtiyacımız var. Hem güzel konuşmaya hem de güzel yazmaya. Bir kitap niye çok okunur? Türkçesi güzeldir de ondan. Tabii muhtevasının da güzel olması gerekiyor. Şimdi diyorlar ya, kalın hocam o kitap okunmaz. Kalınlığından veya inceliğinden değil, kitapta iş varsa isterse 5-6 cilt olsun, okuruz yahu. Ama iş yoksa bir forma da olsa okunmaz.
Necip Fazıl gibi aydınlarımız kalmadı. Olanlar da kendi kabuğuna çekildi. Bazı şeyleri gündeme getirmemesi ya da getirememesi için ne dersiniz?
Ben de Cemil Meriç gibi söylüyorum. Türk aydını korkaktır. İslam cesaret dinidir.
Ben bildiğim mevzuyu sana en güzel şekilde anlatırsam, kırmadan-dökmeden yüzde 90 seni etkilerim. Cesur olmak demek vurdu, kırdı değil. Gerçi Süleyman Nazif’in şöyle bir sözü var: Yavaş tükürük sakal kirletir. Sözü öyle söyleyeceksin ki sahibine ulaşacak. Lakin Cenab-ı Hak Musa aleyhisselama buyuruyor ki: Firavun’a giderken yumuşak söz söyle. İşte bu aradaki dengeyi iyi ayarlamak gerekiyor. Bu bir sanattır. İlimle, edeple, dikkatle olur. İyi düşünmek lazım.
Kitaplar cennetin şubesidir diyorsunuz…
Kitabın tarihi Hazreti Adem’le başlıyor. Adem babamız Cenneti Ala’da oturuyordu. Bildiğimiz sebeplerden dolayı dünyaya ilk peygamber, ilk insan olarak gönderildi. Kitabı vardı, suhuf. İlk peygamberde kitap var. Ne demek bu? Kitabın tarihi insanın tarihi kadar eski. Tabii en mükemmel kitap Kur’an-ı Kerim. Dört kitap. Kur’an-ı Kerim, Tevrat, Zebur, İncil.
Zaten bütün kitaplar, kitaplar kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in tefsirinden ibarettir.
Buna kainat kitabı da dahildir. Şu kainat da bir kitaptır ve Kur’an-ı Kerim bu kitabın tefsiridir. Dolayısıyla bizim medeniyetimizin ilk ana maddesi kitaptır dersek doğruyu söylemiş oluruz. Kitapsız bir Müslüman hayatı düşünülemez. İslam’ın ilk emri “oku”. Peki ne okuyacağız? Kainat kitabını. Sonra kitap da oldu. Matbaanın icadı, hayvan derilerine yazılan yazılar. Kitabın tarihi de yazılmıştır.
Son zamanlarda alelacele yazılan, okuyucunun ilk etapta ilgisini çekecek rastgele kitap adı altında eserler, kaliteli kitaplara engel teşkil etmiştir. Ben onlara kitap dahi demiyorum. İlla bir kelime istiyorsanız yapıt diyorum. Bir kere kaliteli yazan kişinin çok okuması gerekir. Eskiler şöyle der: Bir kadın yemek pişirirken kendi de pişirirse yemeği lezzetli olur. Ne demek bu? Sabırla, özenerek yaparak ve yavaş yavaş pişirerek… Yoksa öyle yapmayıp alelacele yapıp beş dakikada önüne koysa o yemek lezzetsiz olur.
Manevi gıda kitaptır. Onun için kitap yazacak insanın çok okuması, az yazması gerekir. Şimdi neredeyse yazar sayısı okur sayısıyla aynı oldu.
İnsan ömrü kısadır kardeşim. Kaliteli kitaplara yönelmemiz, zamanları israf etmeden kullanmamız gerekir. 300-500 senemiz olsa birkaç kitap okuruz. Ömür kısa. Belirleyici olmak lazım.
Güzel kitap bir defa okumakla yetinilmemelidir. Büyüklerimizden biri öyle söylüyor. Bir kitabın en az 3 defa okunma hakkı vardır.
Tekrar neden önemlidir biliyor musunuz? Kur’an-ı Kerim’de birçok ayeti Cenab-ı Hak tekrarlar. Bunun bir sebebi var. Mesaj veriyor. Bunun hikmeti, beyninizde, zihninizde manaların yerleşmesi için tekrar edeceksiniz. İnsan beyni müsait değil. Teyp kasedi değil ki. Tekrarda fayda vardır. Ama tabii güzel kitaplar. Güzel kitaplar çok umumi bir laf. Branşına göre. Mesela tarihçiyseniz tarih üstatlarını okuyacaksınız. Edebiyatçıysanız keza. He bir de hiç alakası olmayan bir branşınız vardır. Mesela mühendis. Hiç fark etmez. Bizde öyle doktorlar var ki edebiyatçılardan daha çok edebiyatçı. Mesela tabip şairler var. Hep merak etmişimdir doktorlar edebiyata, şiire, kitaba çok meraklı. Neden acaba? İnsan anatomisini çok inceliyorlar. Yaratılış mucizesini görüyorlar herhalde.